Mehmet Kökrek ile Türk Mezar Taşı Kültürü

Mehmet Behçet Yorulmaz: Mezar taşı kültürü Türklerde ne kadar eskiye gitmektedir?

Mehmet Kökrek: Genel kabul M.Ö. VIII. asırda Türklerin ciddi bir mezar kültüre sahip oldukları yönünde. Bulgular, teorik açıdan çok daha eskilere çekilebileceğini gösteriyor. Bilindiği üzere demir perdenin kalkmasından sonra Türkistan’daki araştırmalarda ciddi bir artış yaşandı. Yapılan kazılarda pek çok balbal v.b. keşfedildi. Keşifler hâlâ daha devam ediyor. Sürmekte olan pek çok kazının raporu hâlâ yayınlanmış değil. Belki burada söylediklerim tarih oldu, bilmiyoruz. Türkistan dışında da pek çok balbal keşfedildi. Hatta takip edenlerin pekala bileceği üzere Napoli civarında yapılan kazılarda bile pek çok balbal ortaya çıkartıldı ve bunların çoğu yayınlandı. Kuzey İtalya ve civar yerleşimlerde de aynı durum geçerli. Balkanlarda da M.Ö. I. ilâ II. yüzyıl ile tarihlendirilen balballar gün yüzüne çıkartıldı. Alt katmanlara inildikçe dahası da gelecek gibi duruyor. Ki bu denli geniş bir coğrafyada bile devamlılığın gözlenebilmesi çok önemli. Buna benzer daha pek çok örnek var. Meseleyi bu şekilde ele alınca cevap vermesi kolaylaşıyor. Fakat Türk ifadesi ile kimlerin kastedildiğini -veya edilebileceğini- ve kültür kavramının ne demek olduğunu sorduğumuzda işin rengi bir anda değişiyor. Konuyu biraz dağıtacağım ama burası bence mühim. Mesela Padova Arkeoloji Müzesi’nde atıyla defnedilmiş bir askerin mezarı dışında, süslemeli 2–3 adet de mezar taşı sergileniyor. Kullanılan teknik ve üsluba bakıldığında bunlar pek ala Türklere atfedilebilir. Ki eden pek çok araştırmacı da var zaten. Bazı yayınlarda ve müze yetkililerince hazırlanan katalogda ise Etrüsklere mâl edilmiş. Peki Etrüskler kim? Bu da bir başka tartışma konusu. Veya daha bilindik bir örnek olarak İskitler veya diğer bir isimlendirme ile Sakalar verilebilir. Bunlar Türk mü? Veya ne ölçüde Türk kabul edilebilir? Hâlâ tartışılıyor… Kültür meselesine gelirsek, bilindiği üzere Fransız ve Amerikanlar uzunca bir süre bunun yerine Uygarlık / Medeniyet adını kullandı. Alman ekolünün bazı müntesipleri ise Zihin Tarihi ismini tercih ettiler. İsimlendirmedeki farklılıklar keyfî gibi gelebilir, ama değil. Altında çok ciddi meseleler var. Bunun detayına girmeyeceğim elbette ama şunu da belirtmek isterim: Günümüzde bile kültür ve medeniyet dendiği zaman ciddiyet sahibi her araştırmacı kendi kabulünü belirterek konuya giriş yapmak zorunda kalıyor. Çünkü kesin olarak belirlenebilmiş bir anlamı yok. Konuyu böyle ele alırsak öncelikli olarak cevap vermemiz gereken çok daha çetin sorularla karşılaşıyoruz. Önce bunlara kafa yormak daha doğru gibi geliyor bana…

Yorulmaz: Mezar taşlarına gösterilen ihtimam hakkında ne söylenebilir?

Kökrek: Hangi dönemde, hangi coğrafyada hangi toplumda, toplumun hangi kesiminde v.b. sorunlara hiç girmeden, genel bir cevap vermem gerekiyor sanırım. İlk olarak bu bahsin sadece mezar taşları özelinde ele almanın yanlış olduğuna inanıyorum. Şöyle bir örnek vereyim. Mesela kaybettiğiniz bir akrabanızın elinizde sadece bir adet fotoğrafı olduğunu düşünün. O fotoğrafa karşı nasıl bir tavır takınırdınız? Peki ya fotoğraf makinesinin icadından evvelki bir dönemde yaşadığınızı ve gidenden geriye sadece bir taş kaldığını farz edin. Onu koruyup kollamaz mısınız? Bir de şöyle düşünelim, birisi gelip elinizdeki o yegane fotoğraftaki suretin gözlerini oysa, üzerine boya sürse, fotoğrafı yırtsa, üzerine yazılar yazsa v.b. nezaketsiz davranışlarda bulunsa tepkiniz ne olur? Hasılı artık kendisine gösteremediğiniz ilgiyi, alakayı, muhabbeti onu temsil eden “şey”lere gösteriyorsunuz. Ki bu da son derece tabii bir davranış. İlaveten söylemek gerekir ki mezar taşları evvelce nişân, âlâmet ve şâhide şeklinde anılıyorlardı. Peki ama neyin nişanı, neyin alameti veya neyin şâhidi bu taşlar? Hasılı mesele taş, tahta, fotoğraf falan değil. Burada mistifikasyon yapmıyorum. Yanlış anlaşılmasın. Esas olanın onlara yüklenen anlam olduğunu vurgulamaya çalışıyorum sadece. Tıpkı namaz kılanların rükuyu, secdeyi Kabe’ye doğru etseler bile, bizzat Kabe’nin zâtına değil onun işaret ettiği manaya etmeleri gibi bir durum var burada…

Yorulmaz: Mezar taşlarının süslenmesinin sebebi nedir? Bu uygulama ne zaman başlamış ve ne zaman zirveye ulaşmıştır?

Kökrek: Klişe olacak ama insan güzeli sever ve bu sevgi de insan elinden çıkan her üretide veya onun ortaya koyduğu her fiilde bir şekilde karşılık bulur. Türkistan coğrafyasındaki örneklere bakın. Mesela Kül Tigin anıtının imal edilmesi için Çinli ustalar çağırtılıyor. Neden? Çünkü onlar bu işte usta ve biliniyor ki onlar yaparsa ortaya çıkan üretim güzel olacak. Sıradan bir tahta veya taş da koyabilirlerdi. Hem böylesi onlar için daha kolay ve maliyetsiz olurdu. Ama “güzel” olmazdı. İslâmiyet, daha doğrusu Muhammedîlik özelinden de örnek verelim. Rivayet edilir ki Hz. Peygamber, oğlu Hz. Abdullah’ı defnettikten sonra kabirden kısa bir mesafe uzaklaşır. Sonra mezara dönüp nazar eder, bakar yani… Sonrasında mezarın yanına giderek onu düzeltir. Ashaptan bazılarının bunun bir işe yarayıp yaramayacağını sorması üzerine de “Bir işe yaramaz lâkin insanlara güzel görünür” buyurur. Üzerine düşünmeyi gerektiren bir cevap olsa gerek. Burada Hz. Abdullah’ın başına bir taş dikildiğini ayrıca belirtmek gerekir. Ki Hz. Peygamber’in kendi elleriyle diktiği ne ilk ne de son mezar taşıdır. Arzu edenler hadis kitaplarına müracaat edebilirler. Yunan, Roma v.b. milletlerden de bu tarz örnekler vermek mümkün, konumuzun dışında olduğu için geçiyorum. İkinci soruna gelirsek mezar taşlarının ilk ne zaman süslendiğini tespit etmek mümkün değil. Bana kalırsa çok da elzem değil. Şu zamanda zirveyi görmüştür demek de bana pek doğru gelmiyor. Şundan dolayı diyorum mesela on dört ve on beşinci yüzyılda Bursa-İznik üslubunca üretilen taşlar ile on sekizinci asırda İstanbul üslubunda imal edilenleri kıyaslamak dönemler arası farkları yok saymayı gerektiriyor. Bu da pek çok açıdan hatalı olur. Şunu da belirtmeden edemeyeceğim burada “güzeli” değil de “estetiği” sormuş olsaydınız veya “en sanatlısı hangisi” deseydiniz cevabım farklı olurdu. Topu taca atmak veya kelime oyunu yapmak gibi bir tavır değil bu. Sonuçta belli kavramlar üzerinden yargıda bulunuyoruz. Önce bu kavramları kemâliyle açıklamamız gerekir. Yoksa en güzel taşlar Selçukludaydı veya Osmanlının taşları muazzamdır, zirvedir deyip geçebiliriz. Kimse de “neden” veya “nasıl” diye sormaz zaten.

Yorulmaz: Bu ihtimamın ayet veya hadislere isnadı var mıdır? Varsa bu ayet ve hadislerden söz eder misiniz?

Kökrek: Doğrudan olmasa bile dolaylı bir temellendirmesi var elbette. Hac suresinin 32. Ayetinde “Bir kimse Allah’ın şeâirini tâzim ederse, bu iş, kalplerin takvasındandır” buyuruluyor. “Şeâir” nedir? Sözlük anlamı alamet, sembol v.b. Ulemanın bir kısmı diyor ki “Şeâir” görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan her şeydir”. Mesela Bakara suresinin 158. Ayetinde Safa ve Merve tepeleri Allah’ın şeâiri olarak tanımlanıyor. Meşhur hadis alimlerinden Veliyullah Dehlevî, şeâir bahsinde “Allah’ın şeâirini sevmek, Kuran’ı ve Hz. Muhammed’i sevmektir” dedikten sonra ekliyor “Hatta Allah’ı hatırlatan her şeyi sevmektir” diye. Şimdi bunların mezar taşlarıyla ne alakası var? Şöyle ki günümüze değin tespit edilen en eski Müslüman şâhidelerinin üzerinde meyyit veya meyyitenin adı dışında bazı sureler yazılıdır. Medine şehir müzesinde bunların harika örnekleri var. Bir tanesinde mesela sure-i Mülk veya bizde daha çok kullanılan adıyla Tebareke suresinin tamamı hakkedilmiş. Selçukluya, Beyliklere gelelim taşların üzerin ayetlerden, hadislerden alıntılarla dolu; Osmanlı dönemine bakalım Huve’l-Bâkî v.b. ifadelerden sonra kimi zaman doğrudan ayet veya hadisten alıntı veyahut bunları lafzen değil de mana cihetinden veren ifadeler. “Ölüp gideceksin, burası fâni aldanma” diyor, “Allah’ı unutma, ayağını denk al” diyor. İş bu hâlde bunlar Allah’ı hatırlatıcı olmuyor mu? Mesela 18. Yüzyılda tertip edilmiş bir mecmuada İstanbul’daki bir mezarlık alanından bahsederken şâhide, mezar taşı falan denmiyor da “şeairillâh” tabiri kullanılıyor. Demek ki böyle bir temel var. Ben uydurmuyorum yani. Bu idrakin toplumun tamamında olup olmaması hiç bir şeyi değiştirmez; bunu da belirteyim. Reklam olacak ama bundan yaklaşık iki sene evvel yayınlanan Osmanlı Mezarlık ve Mezar Taşı Kültür Temelleri Üzerine Bir Deneme başlığı altında bir şeyler karalamış ve bu sorunun cevabını daha teferruatlı bir şekilde cevaplamaya gayret etmiştim. İlgilileri oraya bakabilir. Tabii geçen süre zarfında orada yazdıklarımın kimi zaman hatalı, kimi zamansa eksik olduğunu gördüm. Haylice ekleme yaptım, kısmet olursa ileride yayınlanacak.

Yorulmaz: Mezar taşı kitabelerinde kullanılan kalıplar ve bu kalıpların anlatıları hakkında neler söylenebilir?

Kökrek: Bizim kitabelerimizin diyebilirim ki %80 veya %90’ı kalıp ifadelerden oluşur. Çünkü her vatandaşın bugün de olduğu gibi şahsa mahsus kitabe yazdırması mümkün değil. Hazır olanlardan birini seçip kullanıyorlar. 20–30 civarında kalıp sayılabilir. Bunların en yaygın olanı ve dolayısıyla da en bilineni “Ziyaretten murad duadır / Bugün bana ise yarın sanadır” şeklindeki kalıptır. “Bugün ben öldüm ama yarın senin de başına gelecek” diyor, açık açık. Veya “Bakmayan çeşm-i basiretle mezarım taşına / Bilmez ol hâlim benim tâ gelmeyince başına” kalıbı var mesela… “Basiretli ol bu taşa boş boş bakma, yoksa anca öldüğün zaman anlarsın meseleyi” diyor. Veya bir başka örnekte “kad intekale ilâ darü’l-fenâ ilâ dârü’l-bekâ” yani geçici olandan, kalıcı olana intikal etti, göçtü diyor. Ki bu “müminler ölmezler; fenâ dârından, bekâ dârına hicret ederler hadisinden mülhemdir. Bunlar ve diğerleri ufak tefek farklılıklarla imparatorluk coğrafyasının tamamında sevilerek uygulanmıştır. Hatta bazı kalıplar Cumhuriyet Türkiyesinde bile tatbik edilmiştir. 400 seneden beri aynı kalıplar kullanılmış. İlginç değil mi? Edhem Eldem’in bu konuda “Ölümüne Kopya” başlıklı öncü bir çalışması var. Harika bir makele. Konunun ilgilileri bu metni kesinlikle okumalı. Ben henüz ülkemizde yapılan mezar taşı çalışmalarında bu metne atıf yapıldığını görmedim. Bu da ilginç bir durum. Konuya dönersek bu kalıplarla ifade edilen mana sayesinde şâhide kitabelerinin adeta bir vaiz gibi sürekli ölümü hatırlattığı ve muhatabına aklını başına devşirmesini salık verdiği aşikar. Hz. Peygamber meşhur bir hadisinde “Vaiz olarak sana ölüm kâfidir ya Ömer” diyor ya, işte bu veciz kelamın mücessem hâlidir mezar taşı kitabeleri… İster kalıp olsun, ister şahsa mahsus olsun kitabelerin pek ama pek çoğu bu amaca uygun düşecek şekilde oluşturulmuş ve bu suretle de bir gelenek tesis edilmiş.

Yorulmaz: Mezar taşlarında sıkça kullanılan rumuzlar nelerdir ve bu rumuzlar neleri sembolize etmektedir?

Kökrek: Rumuz derken sanırım mezar taşları üzerinde görülen şekilleri kastediyorsunuz. Bunların en yaygın olanları mühr-ü Süleyman, servi, lâle, gül, hurma ağacı, gülbezek, çark-ı felektir. Bunlar tanımlanırken büyük hatalar yapılıyor. Bazen motif bazen remiz, bazen sembol, bazen alamet deniliyor. Motif farklı bir kavram, sembol farklı bir kavram, remiz farklı bir kavram, alamet farklı bir kavram… Arasındaki farklar bilinse sanırım böyle olmaz. Bu yanlışa yanılmıyorsam ilk defa dikkat çeken araştırmacı Mustafa Aksoy olmuştu. Bu teorik tartışmayı bir kenara bırakacak olduğumuzda bunların işaret ettiği bir anlam gerçekten var mı? Bu soruya cevap bulmak için epeydir uğraşıyorum. Pek çok araştırmacı mühr-ü Süleyman’ın bereketin sembolü, hurma ağacının o kişinin hacı olduğunun belirtisi olduğu gibi iddialar ortaya attılar. Peki bunlar hangi delile dayanıyor? Veya bu yargıya nasıl varılıyor? İnanın bilmiyorum. Elbette dayandığı bir kaynak vardır ama ben bulamadım, elbet bir gün birileri yazar. Bunların dışında yeniçeri, esnaf ve tarikat remizleri var. Bunların neyi ifade ettiği, diğer tarihî kaynaklar vasıtasıyla biliniyor. Ayrıca mesela bir topçu askerinde bir top arabası kabartması oluyor bazen veya bir alimin taşına hokka ve divit kabartması yapılıyor. Ama bunlar genellenemeyecek, istisna uygulamalardır. Eldeki malzemeyle kıyas ederseniz %1 bile etmez bu tür uygulamalar.

Yorulmaz: Bazı mezar taşlarının üzerinde serpuş adı verilen başlıklarla karşılaşmaktayız. Bular hangi dönemde kullanılmaya başlamıştır, kullanım sebebi nedir ve bu başlıklar bize mezar sahibi hakkında neler söylemektedir?

Kökrek: Başlıkların şâhidelerde yer almaya başlaması Osmanlılardan önce de tatbik edilen bir uygulama aslında. Mesela Beylikler döneminde bile tek tük de olsa serpuşun kullanıldığı örnekler var. Tabii bunlar Osmanlı devri nümunelerine pek benzemiyorlar. Son derece ilkel ve her türlü sanat kaygısından beri örnekler. Burada ilkeli pejoratif anlamda kullanmıyorum. Osmanlıya gelecek olursak, 16. Yüzyılda bile şâhidelerde serpuşun bulunması gelenek hâline gelmiyor. Fakat 17. asra geldiğimizde işler değişiyor. Bu arada bir şey oluyor ve şâhidelerde serpuş kullanımı adet hâline geliyor. Peki neden? Veya niçin 16. değil de 17. yüzyıl? Veya neden 18. veya 19. asır değil mesela? Bunlar benim cevabını bulmakta aciz kaldığım pek çok sorudan sadece bir kaçı. Ülkemizde o kadar Osmanlı mezar taşı uzmanı var; elbet onlar da düşünüyorlardır bu soruları. İnşallah muvaffak olurlar… Benim de bir kaç fikrim var; derleyip-toplayıp yayınlamayı düşünüyorum; nasip. Serpuşlar bize ne söyler bahsine gelirsek. Şunu söyleyeyim serpuşların kesinlik belirtenleri bir elin parmağını geçmez. Mesela bir şâhide kâtibî ile nihayetleniyor ise sadece başlığına bakıp hüküm vermek mümkün değil. Düzkaş, dolama, nekzep, paşalı gibi başlıklar ve bunların türevlerinde de aynı durum geçerli. Amma börk, kalafat, kuka ve dardağan varsa bir şâhidede, o kişinin yeniçeri olduğu kesindir. Şunu da belirtmek gerekiyor sanırım: başında kâtibi, nezkeb v.b. başlık bulunması o kişinin yeniçeri olmadığına delâlet etmez. İşi zaten arap saçına döndüren de bu… Bütün başlıklar için geçerli bir durum. Şu da var mesela şahide börkle nihayetlenmiş veya dardağanla veyahut yeniçerilere mahsus bir başka başlık ile… Bu kişinin hariçten yaptığı bir meslek de olabilir. Bunun pek çok örneği var. Taş dardağanlı, kitabeye bakıyorsunuz adamcağızın kahveci olduğu belirtilmiş. Şimdi bu ocak kahvecisi mi yoksa hariçten kahvecilikle mi uğraşıyor? Çünkü biliyorsunuz yeniçeriler ocak haricinde de işlerde çalışıyor hatta mekan sahibi oluyorlar filan falan… Devam edelim, eğer başında üsküf varsa saray teşkilatına mensup silâhdâr, ibrikdâr, çukadâr v.b. maiyet ağalarından biri olduğu kesinlik kazanır. Bunların ard dik ve orta dik ismi verilen iki türü var. Bilene bunlar da bir şeyler söylüyor elbet. Kallâvî ile sonlanan şâhide görürseniz bu o kişinin vezir veya veziriazam olduğuna delildir. Vezir mi veziriazam mı olup, olmadığını anlamak için kallavinin formuna bakmanız gerekir. Ve tabii gerekli bilgiye sahip olacaksınız. Kallâvîde şöyle bir incelik daha var mesela: şeritlerin sayısı ve konumu o kişinin vezirliğe kaptan-ı deryalıktan gelip gelmediğini gösterir. Paşaî Kallâvî tabiri işte bunun için ihdas edilmiş. Şahide iki örf türünden biriyle nihayetlenir ise bu sefer ulemadan olduğu netleşir. Örfün ebadı ve şekli ile şahsın memuriyet derecesi arasında doğrudan bir ilişki var. Bir de ruûs sahibi olanların örflerinde veya kâfesîlerinde diğerlerinden farklı bir tür şerit olur. Bazen taşçılar unutuyor veya çeşitli sebeplerden yapamıyorlar bunları; o ayrı bahis. Ehl-i tarikin taçlarını az çok tanıyorsanız, gördüğünüz anda bunların hangi tarikattan olduğunu, taylasanın konumuna ve sarkıtılış şekline göre (tarikatlara farklılık gösterir) bu şahsın tekke şeyhi olup olmadığı gibi bazı bilgileri edinebilirsiniz. Bunlarında pek çok incelikleri var. Yeri gelmişken ben de bir soru sorayım mesela bir şahıs dört farklı tarikten müstahlef, taşına hangi tarikin tacı yapılır? Veya memuriyeti olan bir şeyh efendinin şâhidesinde hangi serpuş olur? Taşın nihayetlendiği serpuşu kim seçer? Bu gibi uygulamalar kanonik midir yoksa keyfî mi? Yüz yılara göre değişim gösteriyor mu? Gösteriyorsa nedir? v.s. Bunlar akıl yürüterek değil delille çözülmesi gereken sorular. Üzerinde durulmuyor ama benim için son derece önemli. Bilgi saklıyor gibi görünmek istemem; sadece meselenin ne kadar girift olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Şunu da unutmamak lazım ki bu taşları imal edenler de insan. Serpuşlarda hata yapmış olabilir, gözünden kaçabilir v.s. Bunlara dikkat etmek gerekiyor. Bunların pek çok örneği mevcut.

Yorulmaz: Tüm bu bilgileri toparlamak adına, kısaca; bir mezar taşı, sahibi ve bulunduğu dönem hakkında neler anlatmaktadır?

Kökrek: Bir mezar taşı nadiren tatmin edici bilgi verir. Mezar taşlarında adına dikildiği şahsın ismi ve/veya künyesi ve vefât tarihi ortaktır. Tabii ki istisnaları mevcut. Bunun dışında meslek, mensubiyeti, yaşı, ölüm sebebi, nereli olduğu gibi bilgilerin de aktarıldığı pek çok örnek var. Tabii genel bir resim çizmeye çalışıyoruz burada. Yoksa Fatih Cami hazîresinde meyyitin yazdığı kitabın kitabede geçtiği veya Gerçek Davut Ağa’nın lahdi üzerindeki yazıtta olduğu gibi hayat hikayesinin teferruatıyla anlatıldığı kitabeler de mevcut. Ama bunlar genele kıyasla ancak istisna teşkil eder. Diğer yandan Edirnekapı’da, Karacaahmed’te, Eyüp Sultan’da veya Anadolu’nun pek çok mezarlığında sadece “isim + sene” formülüyle oluşturulmuş kitabeler de bulunuyor. “Ali 1277” veya “Huve’l-Baki merhum ve mağfur ila rahmeti rabbihi’l-ğafur İbrahim Ağa ruhiçün sene 1233” gibi.. Mezar taşlarının size bir şey söylemesi için gerekli donanıma sahip olmanız gerekiyor. Mesela kitabede gördüğünüz “arabacı” ifadesinden yola çıkarak kastedilen grubun arabacı esnafı mı yoksa askerî bir birlik olan arabacılar mı olup olmadığını anlayamazsınız. Elinizde bu şahıs hakkında biyografik v.b. başka belge de yoksa bu meçhuliyet sonsuza kadar devam eder. Veya silâhdâr ve çukadar ağaların Osmanlı teşkilatında hangi ocağa mensup olmadığını bilmiyorsanız bunları yeniçeri kabul edebilirsiniz. Üsküdar’daki iki şâhide örneğinde olduğu gibi… Veya genel mezarlık alanlarını araştırmadan evvel buranın hangi vakfa ait olduğunu, vâkıfını veya oluşturulma hikayesi gibi daha pek çok ilgili bilgiye sahip olmalısınız. Tabii en önce nerelere bakmanız gerektiğini bilmelisiniz. Daha sonra buradaki sofaları tespit etmeli ve sofalarda yatan ailelerin bağlantılarını incelemelisiniz. Tabii bu kadarla bitmez. Mezar taşı çalışmanın da en zor tarafı da bu zaten… Pek çok alanda bilginiz olmalı. Öyle üstün körü değil, esaslı bilgi. Ciddi bir araştırma ile mesela Osmanlı toplumunda yaşanmış veba salgınlarının tespitini mezar taşı kitabelerinden az çok yapabilirsiniz. Veya Osmanlı döneminde lohusalıkta ölüm oranını, şehirlerin demografik yapıları, kitabelerde kullanılan imajların edebiyatımızdaki yeri v.b. daha pek çok konu aşağı yukarı bir şeyler söyler. Aşağı yukarı diyorum çünkü günümüze ulaşan taş sayısı olması gerekenin çeyreği bile değil ne yazık ki… Kaldı ki bu kadarının bile tam bir envanter kaydı çıkartılmış değil… Yani sadece mezar taşı odaklı bir çalışmadan kesin hükümler vermesinin hatalı olduğu kanısındayım. Diğer alanlardaki bilgilere müracaat edilmeli. Bu bilgiler tetkik edilmeli, falan kaynakta böyle yazıyor diye tetkikten muaf tutulmamalı. Somut örnekler verip insanları rencide etmek istemem ama bazen öyle yorumlar yapılıyor insanın nutku tutuluyor…

Yorulmaz: Tarihsel süreç içerisinde mezar taşı kültüründe meydana gelen değişim ve bu değişimin sebeplerinden bahseder misiniz?

Kökrek: Kültür kavramı hakkında ilk sorunuzda söylediklerim burada da aynen geçerli. O yüzden tekrar etmeyeceğim. Osmanlı Türkleri; devletlerini Selçuklu mirası üzerine tesis etti. Dolayısıyla da 14. ilâ 15. Asırda ortaya konan mezar taşlarının –ki bunlara Bursa-İznik Üslubu adı veriliyor- neredeyse tamamı Selçukî geleneğin yoğun etkilerini taşıyor. Günümüzde de dahi bu tarz üslupta veya bundan mülhem şâhideler imal ediliyor. Mesela 15 Temmuz’da şehit olan Erol Olçok ve oğlu Abdullah Olçuk’un Karacaahmed’te bulunan taşları buna örnek teşkil eder. Yine 16. Yüzyıl Edirnesinde her Osmanlıya özgü diyebileceğimi ilk ekol neşet ediyor. Edirnekârî adı verilen bu tarz da 1900’lü yıllara değin sevilerek tatbik ediliyor. Hatta Bosna-Hersek’te 900’lerin ikinci yarısında imal edilmiş Edinekârî tipli şâhideler görmek mümkün. Ama ne ilginçtir ki Edirnekârîler, Trakya ve Balkan bölgesi dışında pek tatbik edilmemişler. İstanbul’daki örnekleri bir elin parmaklarını geçmez. Bursa’da da aynı durum var. Ama Yunanistan ve Bulgaristan’ın bazı yerlerinde Edirnekârîlere denk geliniyor. Ve nihâyet 16. Yüzyıl sonlarına doğru İstanbul üslubu doğumunu tamamlıyor ve son ana değin de yaşıyor. Bu tarihlendirmelerin kesin sınırlara sahip olmadığını da belirtmek gerekiyor. Dahası yeni bir üslup ortaya çıkınca diğerinin tamamen bırakılması gibi bir durumda söz konusu değil. İstanbul üslubunun en dikkat çekici özelliği zengin bir tipolojiye sahip olması ve evvelce sevilerek kullanılan pek çok unsurun yerine başkalarının ikame edilmeye başlanmasıdır. Türkistan’dan beri bizimle gelen rûmî ve hatâyî şekiller giderek ağırlığını kaybederken, rokoko ve barok ağırlıklı bir süsleme programı tatbik edilmeye başlanıyor mesela. Diğer eserlerde de aşağı yukarı aynı durum söz konusu. Mukayese edildiği zaman görülüyor bu. İstanbul üslubu doğal olarak imparatorluk coğrafyasının tamamına yayılmış. Bunda İstanbul’daki sanat muhitinin yanı sıra ekonomik, kültürel daha pek çok parametre etkili. Bu üç üslup Osmanlı mezar taşı kültürüne ağırlığını koyan ekoller. Bunun dışında daha pek çok yerel üslup var. Mesela Ege ve Karadeniz genelinde görülen nev-i şahsına mahsus üsluplar var. Peki bu değişikliklerin nedeni ne? Kuramsal açıdan bu soruya cevap vermek çok basit: Kültürel değişim ve ayrışma. Ama bu değişim ve ayrışmayı ortaya çıkartan nedenleri ve somut etkilerini saptamak o kadar da kolay değil. Sadece bir iki kişinin altından kalkabileceği bir mesele gibi de durmuyor. Burada haddimi aşmak istemem. Bu konuda sosyolog ve antropologlar başta olmak üzere diğer alanların uzmanları da konuya dahil olsalar çok ilginç tespitlerin gün yüzüne çıkacağı muhakkak. Ama şu ana kadar böyle çalışma yapılamadı. Mesela mezar taşlarında kullanılan malzemenin yüzyıllara göre, şehirlere göre ve/veya zümrelere göre değişiklik gösteriyor mu? Osmanlı maden teknolojisindeki gelişim ve değişimlerin bu durum üzerinde nasıl bir etkisi oldu? İnşallah böyle çalışmaları görürüz ileride. Kaldı ki bu yeni bir şey değil, Avrupa’daki mezar taşı araştırmalarına şöyle bir göz gezdirmek yeterli…

Yorulmaz: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Kökrek: Fransızların meşhur diplomatı Talleyrand’ın çok sevdiğim bir sözü var “yalanlar hatta ilk söylendiğinde kimsenin inanamayacağı büyük yalanlar bile tekrar edile edile hakikat hüviyetine bürünürler” diyor. Bu ve benzeri durumlarla karşılaşmamak adına ortaya atılan her hüküm karşısında “elinizde biraz kağıt parçası var mı?” denmeli. Daha açık söylemek gerekirse “Deliliniz ne?” diye sormalıyız. Daha sonra delillerin sıhhatini kontrol etmeli, araştırmacının usulünü sorgulamalıyız. Bunu yaparsak mezar taşı araştırmaları konusunda kısa sürede büyük mesafe kat edebiliriz. Yoksa hamaset üretmeye devam ederiz.

Yorum Bırak

Your Email Adresi will not be published.